
Kısa zamanda ulaşmak istediği yere varmıştı.
Nehrin çoşkun sularının hemen yanı başındaki yaşlı ve yüksek
bir çınarın altında, sararmaya yüz tutmuş yaprakların
gölgesindeydi. Bekliyordu şimdi. Göğsü hızla inip kalkıyordu;
nedeni ellerinin terlemesi gibi heyecandandı. Pek yaşamadığı bir
duyguydu bu. Bu yüzden
şaşırmıştı terleyen ellerini görünce. Ellerinin terini
üzerine silerken, kadınların genellikle çamaşır yıkadıkları
çeşmenin olduğu taraftan gelen sesleri duydu. İki kişi
konuşuyordu, daha çok fısıldaşır gibi. Sonra sık ağaçların
arasından ürkek bir ceylan gibi çıkan Zeynep'i gördü; yürümeye
takati yok gibi ağır ağır yaklaşıyordu. Bir, iki, üç... diye
içinden saydı Ayşe. Tam onsekizinci adımda buluştular.
Uzun
zaman olmuştu birbirlerini görmeyeli; o ana kadar çocukluklarını
beraber yaşamış, köyden ibaret hayatlarında birbirlerinden hiç
ayrılmamışlardı. Oyun ve dert arkadaşıydı onlar. Ama üç
aydır görüşmemiş, seslerini dahi duymamışlardı. Aynı köyün
içinde bir fısıltı kadar yakın, ama bir çift laf edemeyecek
kadar uzaktılar. İşte bundan ötürüydü Karanehir'in kenarında
kucaklaşan iki çocuğun gözlerindeki mutluluk ve hüzün.
Gözyaşları küçük omuzlarını ıslatırken, hıçkırıkları
suyun uğultusuna karışıyordu. Gölgesine sığındıkları yaşlı
çınarın üzerindeki alaca kargalar yaygaralarına son vermiş,
tanış oldukları çocukları sessizce izliyorlardı; belki bir
parça hüzün onların da yüreklerine düşmüştü.
Hıçkırıkları
sonlanıp, birbirlerinin ıslak gözlerine bakarken dudaklarına
mutluluk tebessümü oturmuştu. Her ne
kadar Zeynep'in gülümsemesi eksik, gözlerindeki ışıltı sönük
olsa da, Ayşe çok mutluydu can arkadaşını gördüğüne. Sormak
istediği çok şey vardı, ama sustu. Küçük heybesindeki oyuncak
bebeği Zeynep'e uzattı. Arkadaşının gözlerinde bir parıltı
görmeyi ummuştu; ama göremedi. İçi cız etti. Anlamıştı,
artık eski Zeynep değildi karşısındaki, galiba çocuk bile
değildi. Oysa ne kadar severdi Zeynep bu bebeği. Şu meşenin
altında saatlerce oynar; saçlarını tarar, giydirir, uyuturlardı.
Gözyaşlarını içine akıtan Ayşe:
"Oynayalım mı? Eskisi gibi." Yarım bir tebessümle
''Olur'' dedi Zeynep. Utangaç ve zor duyulur bir sesle ekledi: "Ama
çok duramam. Biliyorsun..." Yan yana oturup, uzun zaman önce
köye gelen çerçiden alınan kara saçlı, mavi gözlü, elleriyle
diktikleri elbisesiyle cana büründürdükleri bebekle oynamaya
başladılar. Konuştular ama sadece oyun içinde. Pek oyun gibi
değilde, sanki bir vedaydı çocukluğa. Geçen üç ayı, neler
yaptıklarını, hayatlarını konuşmadılar. Lal kesildiler. Ayşe
sormaya korktu, Zeynep konuşmaya. Soydular, yıkadılar,
giydirdiler, uyuttular ellerindeki bebeği. Artık seyrelmiş
saçlarını tarayıp topladılar. Hanım hanımcık yaptılar:
uysal, söz dinleyen. İstenildiği gibi.
Zeynep'in
gözleri dalıp dalıp gidiyordu coşkun sulara. ''Ne düşünüyorsun?''
diye sordu Ayşe. ''Hiç. Gitmeliyim'' dedi Zeynep. ''Çeşmede
bekliyorlar beni.'' Kalktı, yazmasını aldı, başına gevşekçe
örttü. Geldiğinden beri ilk kez gözlerinde bir ışıltı
belirdi. Buna dudaklarına yerleşen, Ayşe'nin anlamını çözemediği
ince ama keskin bir tebessüm eşlik etti. Sonra arkadaşının
gözlerinin içine, ta derinlere baktı. Bakışları Ayşe'nin
yüreğine işledi. Sarılmadan, dokunmadan, bir hoşçakal bile
demeden vedalaştılar.
Çeşmeye
doğru yöneldi Zeynep. Bir kaç metre gitmişti ki adımları
yavaşladı, sonra durdu. Bu arada alaca kargalar yaygaraya
başlamıştı tekrar. Çünkü her şey eskisi gibi görünüyordu.
Oysa yanılıyorlardı. Hiç bir şey eskisi gibi değildi. Ne yaşlı
çınar ne de yanlarında coşkuyla çağıldayan Karanehir. Bu
evrenin bir yazgısıydı. Eski Zeynep yoktu örneğin. O artık
Ayşe'nin onüç yaşındaki arkadaşı olmadığı gibi, köyün ele
avuca sığmaz çocuğu da değildi. Doğup büyüdüğü ve hep
çocuk kaldığı evinin kapısından bir oyun oynar gibi çıkarılmış,
elli metre mesafedeki başka kapıdan bir kadın olarak girmişti.
Kadınlığa geçişi birkaç dakika sürmüştü. Büyük ve zengin
bir evde ondan hizmet bekleyen bir adamın küçük karısıydı
artık. Tabiki sadece adamın değil, annesinin, babasının ve
kardeşlerinin de hizmetini görmesi gereken, büyük evin küçük
geliniydi. Yapayalnız, bir başına. Her anı bir işkence, her anı
yaşanılan bir ölümdü onun için. Alaca kargalar bunu bilmezdi
belki ama Zeynep bunu çok erken öğrenmişti. Tekrar yürümeye
başlayınca yönü Karanehir'di artık. Hızlı ve kararlıydı;
heyecanla beklenen bir yolculuğa çıkar gibi. Ayşe bakakaldı,
anlamadı. Sonra içine bir ateş düştü. Yüreğinin ortasına
oturan acının ağırlığıyla yerinde çakılıp kalmıştı.
Seslenemedi Zeynep'e, ''yapma'' diyemedi. Sadece sayabildi: bir, iki,
üç... ve yirmi. Onu kendisinden ve hayattan ayıran sadece yirmi
adımdı.
Zeynep'i
arayanlar, nehrin kenarında dizlerinin üzerine çökmüş halde
buldukları, sürekli olarak sayı sayan, gözlerini azgın sulardan
ayırmayan kıza bir anlam verememişlerdi. Birkaç tokattan sonra
dili çözülünce anlamışlardı durumu. Yapılacak bir şey yoktu
artık. Güneş ile birlikte umutlarda batmıştı ve alaca
kargaların terk ettiği çınarın altında ağıtlar yükseliyordu
şimdi. Bazısı ana ağıdıydı acısını yürekten alan, bazısı
geline yakılan sitem ağıdı.
Köylüler ve jandarma üç gündüz boyunca aradı nehri, köşe
bucak sazlıkları. Ömrü gibi
kısa bir dalın ucunda, yazgısı
gibi kara yazmasını buldular sadece. Bir kadın olarak kollarına
atıldığı nehrin sularından bir ölü olarak bile çıkamadı. O
gün, yazmanın bulunduğu yerde, Ayşe elindeki bebeği bıraktı
suya. Belki bir yerlerde Zeynep'le buluşur umuduyla. Düşünüyordu
ki yalnızlık çekilmez, nehrin altında olsa bile...
Serhat Özcan
İstanbul, 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı seçeneklerdeki Anonim sekmesine tıklayarak kayıt olmadan yapabilirsiniz..