saçlarımdaki saman
bir başıma
çocuktum
elimdeki tırpan
boyumdan uzun
bir anam tutmaz beli
babam faili meçhul
savrulmuş kardeşlerim
rüzgar olup
kızıl kor düşlerde
çocuktum
bir başıma
on ikisinde yorgundum
güneşin ülkesinde
on üç kurşunla vuruldum
Günlük yaşamın koşuşturmacasında artık kitap okumaya pek vakit ayıramazsam da yine okuma gayreti ve çabasından vazgeçmiyorum. Böyle bir çabalama sonucu Marquez'in 'Kırmızı Pazartesi' isimli, kısa romanını okumayı başardım. Bir çırpıda okunacak kadar kısa ve sürükleyici bu kitap, Kolombiya'nın bir kasabasında gerçekleşen bir cinayetin hikayesini anlatıyor. Ama polisiye bir hikaye değil. Parmak izi, cinayet mahalli, şüpheliler yok burada. Denize atılmış bir silah, ifadesine başvurulacak tanıklar da yok. Her şeyin baştan belli olduğu; tüm kasabanın tanık olduğu, cinayetin kimler tarafından, niçin işleneceğinden ve kurbanın kim olacağına kadar hepsinin tüm ahali tarafından bilindiği bu romanda, yakın zamanda kaybettiğimiz büyük usta Marquez, toplumsal psikolojik bir analizle okuyucusunun karşısına çıkmış.
Soğuk ama güneşli bir kış gününün sonunda, akşamın karanlığı çökmek üzere. Okul zili çalmış, öğrenciler büyük bir uğultuyla okulu boşaltıyor. Anneler çocuklarını bekliyor. Karanlıkta onları gözden kaçırmamak için pür dikkat kesilmişler. Soğuk yüzlerine vuruyor bir kırbaç gibi. Bekliyorlar can verdikleri küçük bedenlerin üşüyen ellerini tutabilmek için.
Bir kaç yıl önceye kadar ofisimden dışarı bakınca gördüğüm yeşil alanların, azda olsa ağaçların yerine şimdi beton ormanlarını görüyorum sadece. Nefes alamayan, sadece tüketen ve tüketilen insanlığımızın simgeleri gibi yükselen beton bloklar. Bir yarış içerisinde yükselen yapılar, eskiden kalmış alçak binalara 'caka satar' bir havadalar. Görünen tek yeşil alan kavşak arasında ve cadde kenarındaki küçük bölümler ile medeniyetimizin medarı iftiharı sitelerinin yüksek duvarlarının ardında gözüken bir kaç ağaç. Bunun bize yeteceğini düşünüyorlar ki yeşil alan namına bir şey bırakmıyorlar. Sanki yemin etmişler "yeşile ölüm" diye. Bir 'yeşili' başka 'yeşile' feda ediyorlar.
Bugünlerde yağdı yağacak denen kar, geldi gelecek denen soğuklar İstanbullular için bir gündem oluşturmuş durumda. Tabi İstanbul'un gündemi Türkiye'nin gündemi oluyor. Örneğin her kış aylarca kar altında kalan Van İstanbul için endişeleniyor. Kars, Erzurum, Artvin, Hakkari vs. aynı şekilde endişeli İstanbul için.
Aynı zamanda özlüyoruz. Beton, demir ve çelikle çevrili hale gelmiş hayatımıza doğanın bu beyaz görselliği ona olan özlemimizi gidermek açısından mutluluk verici olabiliyor.
Yılın ilk haftasında 12 yıllık tüplü eski televizyonumuza veda ettik. İdareten aldığımız ucuz bir televizyondu. Her şeyi eskiten zamana karşı yeterince direnerek bizi bugünlere getirdi. Bir çırpıda hayatımızdan çıkardığımız eski televizyonumuzun yerine, aynı gün büyük ekran, cafcaflı bir akıllı televizyon arzı endam ederken, kendisini unutmuştuk bile.