
Üç
yanı büyük pencerelerle çevrili, yüksek tavanlı koğuşta
askerlerin bir kısmı yataklarını toplarken bir kısmı da
tuvalet ve banyoyla olan işini bitirmiş çene çalıp, atışarak
dolapların önünde giyiniyordu. Bazılarıysa kıçlarını sıcak
peteklere dayamış ısınmaya çalışıyordu. İnsan seslerinin
uğultusu altında ezilen koğuşa nöbetçi çavuş hızla girdi.
İçerideki curcunaya bir kaç saniye göz gezdirdikten sonra boynuna
astığı düdüğü uzun ve sert bir biçimde çaldı. Çıkan tiz
ses koğuşun gri ve soğuk duvarlarından yankılanıp kulak
zarımızı yırtmak istercesine üzerimize çullandı. Ardından
hakimiyetini perçinlemek istercesine "Dikkat!" diye
bağırdı. Koğuş sessizliğe gömülürken o eğlenmeye hazırdı.
Bu arada dakikalarca yatağıyla cebelleşen Selim artık pes etmiş,
kaderine razı, hazır olda çavuşun başına dikilmesini
bekliyordu.
Koğuşun,
onlarca askerin nefes ve osuruğu ile ağırlaşmış havasından
iğrenmiş gibi yaparak "Camları açın!" diye bağırdı
çavuş. Ekşittiği yüzü ile emrinin yerine getirilmesini bekledi.
Camlar açıldı hemen. Soğuk hava içeri hücum etti, bedenleri
ürperterek tüm koğuşa yayıldı. Durumdan memnun çavuş
yatakları kontrol etmeye başladı. Beğenmediklerini baştan
yaptırıyor, memleketin medarı iftiharı üniversite görmüş
beceriksiz erlerine beşer onar şınav çektiriyordu. Kısa dönem
asker olsalar da disiplin ve savaş kabiliyetine sahip olmalılar,
diye düşünüyordu her halde. Sıra bize geldiğinde keyifli, aynı
zamanda mağrur bir tavırla, "Avukat Selim, yine olmamış"
deyip, on şınav çekmesini emretti ve bir çırpıda çarşafı
yataktan ayırdı. "Tekrar dene. Düzgün olmazsa para yerine
seni zıplatırım." "Emredersiniz komutanım!" diyen
Selim şınavın ardından kızarmış suratı ve bastırdığı
öfkesi ile yatağını tekrar yaparken, bundan sonrası pek umurunda
olmayan çavuş yüzünde gizleyemediği ince tebessümle dışarı
çıktı; orduda disiplin her şeydi.
Çarşafla
tekrar cebelleşmeye başlayan Selim'i bırakarak dışarı çıktım.
Hava buz gibiydi. Şafak söküyordu. Çevredeki yapılar ve ağaçlar
karanlığın hakimiyetinden kurtulurken geceden kalan ışıklar
silikleşiyor, uzun bir mesaiye hazırlanan günün sesleri
belirginleşiyordu. Alaca aydınlık altında titreyerek, koğuş
kapısının önünde bir sigara yaktım. Temiz havaya inat, derin
bir nefes çektim. Üniversitede başlayarak tek tük içtiğim bu
merete şimdi memeye saldıran buzağı gibi yapışmıştım. Çünkü
her sabah yalnızlığıma uyanıyordum ve hasret her sabah daha da
acıtıyordu. Sevmediklerimi bile özlediğim gri bir dünyanın
içindeydim.
Koğuştan
ancak çıkabilen Selim yanıma geldi. Az önceki stresinden eser
kalmamıştı. "Şu yatağı yapmayı öğrenemedin gitti, her
sabah aynı şey," dedim. Anlamsız bir ses çıkararak
omuzlarını silkti. Arkasından gülümseyerek bakarken
"Avukatlığını bilmiyorum ama iyi bir asker olmadığın
kesin," dedim. Saçsız başı, göbeği ve hantal vücudu ile
oldukça zorlanıyordu. Ben de pek farklı değildim. Üzerimizdeki
en az birer beden büyük üniformamız, kışlık parkalarla
birlikte bizi oldukça iri gösteriyordu. İri ve hantal yeşil
kurbağalar gibiydik.
Mıntıka
temizliği için toplandık. Başımızdaki onbaşı temizleyeceğimiz
alanı gösterip, yerde tek bir izmarit ve çöp görmeyeceğini,
aksi durumda olacakları her sabah olduğu gibi kibar bir dille
hatırlattı. Baharın ilk günlerindeydik. Yağan yağmurların
azdırdığı ıslak otların içindeki izmaritleri toplarken ıslanan
ellerimiz sabah ayazının altında buz kesmişti. Bir yandan
ellerimizi ısıtmaya çalışırken diğer yandan başımız önde,
arkamızda çöp bırakmamaya dikkat ederek yürüyorduk. Selim
sırıtarak: "Bir sigara yakalım mı? Bu kadar izmarit topladık
bir tane de bizden olsun," dedi. "Saçmalama, onbaşıya
yakalanmak istemiyorum. Ne menem bir kontrol manyağı, biliyorsun
değil mi?.. Şimdi bir duvarın arkasında bizi gözlüyor
olabilir," diyerek devam etmesi için kolundan çektim. Ama beni
dinlemedi. Cebinden çıkardığı paketten bir sigara ağzına
götürürken, bir dal da bana uzattı. Önce istemedim ama kokusu
cezbediciydi. İçip içmemeyi düşünürken omuzumda bir el
hissettim; tutup tutmamak arasında kalmış utangaç bir el. Başımı
çevirip elin sahibine bakınca dehşete düştüm. Yakalanmıştık.
Ama onbaşıya değil; soluk teni, uzun ince boyuyla Kamer
karşımızdaydı. Üstü nem ve deterjan kokuyordu. Emir mi rica mı
olduğu pek belli olmayan bir ses tonuyla "içeri gelin"
dedi. Selim de şaşkın, ne yapacağını bilemez bir haldeydi.
Pırpırsız bir er de olsa biz acemiler için komutandı ve sözü
emirdi.
Nasıl boşa düştük, bilmiyorum. Oysa sabahları tuvaletlerin
çevresinde dolanmamaya dikkat ederdik. Bilirdik ki, tek katlı eski
binanın kapısındaki kuytuda bir avcı gibi Kamer bekler; gözü
tuvalet temizletebileceği acemi erlerde... Bu tuvaletler ki, şafak
vakti onlarca askerin akınına uğrar. Mahmur bir curcuna zamanıdır
o anlar. Zemin kattaki eskimiş giderler bu yoğunluğu kaldıracak
takatten yoksun olduğundan gitmesi gerekenler gidemez, kalır
öylece. Pek iç açıcı manzara değildir bu, güçlü mide
ister... Kamer'in buradaki şansızlığı sadece tuvalet sorumlusu
olmak değildi. Ayrıca tümü kısa dönem askerlerden oluşan bir
bölükte askerlik yapmasıydı. Yaş olarak kendisinden çokça
büyük, pek çoğu sivilde önemli görev ve mesleklere sahibi olan
acemi erlere emir vermesi, iş yaptırması oldukça zordu. Ama o her
hâlükârda şansını deniyordu.
Böyle
bir ortamda, önde komutanımız arkada biz güneş yüzü görmeyen,
yabancısı olmadığımız loş binaya girerken hâlâ bu işten
yırtabiliriz umudu taşıyordum. İçeride bizden başka kimse
yoktu. Yerdeki hortumdan ince bir su sızıyordu kararmış zemine.
Islak zemin üzerinde fırçalar, paspaslar temizlik için
bekliyordu. Bana bir fırça uzattı. Tiksinerek aldım. Selim'e de,
ne işe yaradığını hemen anladığımız uzun, ince bir demir
parçası verdi. Gözünü bizden ayırmadan, gayet ciddi bir şekilde
"Hadi, başlayın!" dedi. İşten yırtmak için aklıma
yalandan da olsa uygun bir mazeret gelmedi. Ne emredersiniz
diyebildim ne de itiraz edecek cesareti bulabildim. Bir umut arkamda
duran Selim'e baktım. Cin fikirliydi kendisi, hem de avukat. Ancak o
kurtarırdı bizi. Fakat sürekli kırptığı gözleri, sararmış
rengiyle bir tuhaftı. Düşecek gibi oldu. Kolundan yakaladım.
"Neyin var, iyi misin?" Bir iniltiyle cevap verdi. Başı
önüne düştü. Kamer'e baktım. Gözlerinde endişe ve şaşkınlık
okunuyordu: "Al götür" dedi. Acemi bir askerin başına
kalmasını istemediği belliydi. İki büklüm olmuş Selim'in
omuzuna girip dışarı çıkardım.
Revire
gitmek istemedi. Temiz havanın iyi geleceğini düşünüp
nizamiyeye çıkan yol üzerinde, bir çamın altındaki banka
oturduk. Askerler kahvaltı için toplanıyordu. Gökyüzünde
bulutlar dağılıyor, güneş yüzünü gösterecek gibi
görünüyordu. Ardımızdan hayal kırıklığıyla bize bakan
Kamer'den ve onun ıslak, karanlık dünyasından uzaklaştığıma
memnun bir şekilde içime temiz havayı çektim.
Yanımda
başını yere doğru eğmiş sessizce oturan Selim'e "İyi
misin?" diye tekrar sordum. Ses çıkarmadı. Dürttüm. Ağır
ağır başını kaldırdı. Gözlerimiz kesişince, birden ağız
dolusu bir kahkaha patlattı. Şaşkınlığıma "Bugünkü
kantin masrafları senden" diye cevap verirken ayağa kalkmış,
kahvaltı için toplananlara doğru yürüyordu.
Serhat Özcan
İstanbul 2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı seçeneklerdeki Anonim sekmesine tıklayarak kayıt olmadan yapabilirsiniz..