4 Mart 2017 Cumartesi

Tuvaletteki Asker (Öykü)


"Bozukluğu zıplatabildin mi?" diye sordum, üst ranzada yatağını düzeltmeye çalışırken kan ter içinde kalan Selim'e. "Hayır, olmuyor. Lanet olasıca yatak!" diyerek köpürdü. Düzeltmek için tüm gücüyle çarşafı geriyordu ama gece boyunca üzerinde sağa sola dönerek tepindiği çarşaf terle birlikte buruş buruştu ve bekleneceği üzere jilet gibi olması pek mümkün değildi. Ben ise botumu bağlarken, eğlenerek Selim'i izliyordum. Çengel iğnelerle yatağa tutturduğum çarşaf pek kırışmadığından yatağımı kısa sürede istenildiği şekilde toplamıştım; üzerinde madeni bir paranın sekebileceği kadar gergin ve düzdü.

Üç yanı büyük pencerelerle çevrili, yüksek tavanlı koğuşta askerlerin bir kısmı yataklarını toplarken bir kısmı da tuvalet ve banyoyla olan işini bitirmiş çene çalıp, atışarak dolapların önünde giyiniyordu. Bazılarıysa kıçlarını sıcak peteklere dayamış ısınmaya çalışıyordu. İnsan seslerinin uğultusu altında ezilen koğuşa nöbetçi çavuş hızla girdi. İçerideki curcunaya bir kaç saniye göz gezdirdikten sonra boynuna astığı düdüğü uzun ve sert bir biçimde çaldı. Çıkan tiz ses koğuşun gri ve soğuk duvarlarından yankılanıp kulak zarımızı yırtmak istercesine üzerimize çullandı. Ardından hakimiyetini perçinlemek istercesine "Dikkat!" diye bağırdı. Koğuş sessizliğe gömülürken o eğlenmeye hazırdı. Bu arada dakikalarca yatağıyla cebelleşen Selim artık pes etmiş, kaderine razı, hazır olda çavuşun başına dikilmesini bekliyordu.
Koğuşun, onlarca askerin nefes ve osuruğu ile ağırlaşmış havasından iğrenmiş gibi yaparak "Camları açın!" diye bağırdı çavuş. Ekşittiği yüzü ile emrinin yerine getirilmesini bekledi. Camlar açıldı hemen. Soğuk hava içeri hücum etti, bedenleri ürperterek tüm koğuşa yayıldı. Durumdan memnun çavuş yatakları kontrol etmeye başladı. Beğenmediklerini baştan yaptırıyor, memleketin medarı iftiharı üniversite görmüş beceriksiz erlerine beşer onar şınav çektiriyordu. Kısa dönem asker olsalar da disiplin ve savaş kabiliyetine sahip olmalılar, diye düşünüyordu her halde. Sıra bize geldiğinde keyifli, aynı zamanda mağrur bir tavırla, "Avukat Selim, yine olmamış" deyip, on şınav çekmesini emretti ve bir çırpıda çarşafı yataktan ayırdı. "Tekrar dene. Düzgün olmazsa para yerine seni zıplatırım." "Emredersiniz komutanım!" diyen Selim şınavın ardından kızarmış suratı ve bastırdığı öfkesi ile yatağını tekrar yaparken, bundan sonrası pek umurunda olmayan çavuş yüzünde gizleyemediği ince tebessümle dışarı çıktı; orduda disiplin her şeydi.
Çarşafla tekrar cebelleşmeye başlayan Selim'i bırakarak dışarı çıktım. Hava buz gibiydi. Şafak söküyordu. Çevredeki yapılar ve ağaçlar karanlığın hakimiyetinden kurtulurken geceden kalan ışıklar silikleşiyor, uzun bir mesaiye hazırlanan günün sesleri belirginleşiyordu. Alaca aydınlık altında titreyerek, koğuş kapısının önünde bir sigara yaktım. Temiz havaya inat, derin bir nefes çektim. Üniversitede başlayarak tek tük içtiğim bu merete şimdi memeye saldıran buzağı gibi yapışmıştım. Çünkü her sabah yalnızlığıma uyanıyordum ve hasret her sabah daha da acıtıyordu. Sevmediklerimi bile özlediğim gri bir dünyanın içindeydim.
Koğuştan ancak çıkabilen Selim yanıma geldi. Az önceki stresinden eser kalmamıştı. "Şu yatağı yapmayı öğrenemedin gitti, her sabah aynı şey," dedim. Anlamsız bir ses çıkararak omuzlarını silkti. Arkasından gülümseyerek bakarken "Avukatlığını bilmiyorum ama iyi bir asker olmadığın kesin," dedim. Saçsız başı, göbeği ve hantal vücudu ile oldukça zorlanıyordu. Ben de pek farklı değildim. Üzerimizdeki en az birer beden büyük üniformamız, kışlık parkalarla birlikte bizi oldukça iri gösteriyordu. İri ve hantal yeşil kurbağalar gibiydik.
Mıntıka temizliği için toplandık. Başımızdaki onbaşı temizleyeceğimiz alanı gösterip, yerde tek bir izmarit ve çöp görmeyeceğini, aksi durumda olacakları her sabah olduğu gibi kibar bir dille hatırlattı. Baharın ilk günlerindeydik. Yağan yağmurların azdırdığı ıslak otların içindeki izmaritleri toplarken ıslanan ellerimiz sabah ayazının altında buz kesmişti. Bir yandan ellerimizi ısıtmaya çalışırken diğer yandan başımız önde, arkamızda çöp bırakmamaya dikkat ederek yürüyorduk. Selim sırıtarak: "Bir sigara yakalım mı? Bu kadar izmarit topladık bir tane de bizden olsun," dedi. "Saçmalama, onbaşıya yakalanmak istemiyorum. Ne menem bir kontrol manyağı, biliyorsun değil mi?.. Şimdi bir duvarın arkasında bizi gözlüyor olabilir," diyerek devam etmesi için kolundan çektim. Ama beni dinlemedi. Cebinden çıkardığı paketten bir sigara ağzına götürürken, bir dal da bana uzattı. Önce istemedim ama kokusu cezbediciydi. İçip içmemeyi düşünürken omuzumda bir el hissettim; tutup tutmamak arasında kalmış utangaç bir el. Başımı çevirip elin sahibine bakınca dehşete düştüm. Yakalanmıştık. Ama onbaşıya değil; soluk teni, uzun ince boyuyla Kamer karşımızdaydı. Üstü nem ve deterjan kokuyordu. Emir mi rica mı olduğu pek belli olmayan bir ses tonuyla "içeri gelin" dedi. Selim de şaşkın, ne yapacağını bilemez bir haldeydi. Pırpırsız bir er de olsa biz acemiler için komutandı ve sözü emirdi.
Nasıl boşa düştük, bilmiyorum. Oysa sabahları tuvaletlerin çevresinde dolanmamaya dikkat ederdik. Bilirdik ki, tek katlı eski binanın kapısındaki kuytuda bir avcı gibi Kamer bekler; gözü tuvalet temizletebileceği acemi erlerde... Bu tuvaletler ki, şafak vakti onlarca askerin akınına uğrar. Mahmur bir curcuna zamanıdır o anlar. Zemin kattaki eskimiş giderler bu yoğunluğu kaldıracak takatten yoksun olduğundan gitmesi gerekenler gidemez, kalır öylece. Pek iç açıcı manzara değildir bu, güçlü mide ister... Kamer'in buradaki şansızlığı sadece tuvalet sorumlusu olmak değildi. Ayrıca tümü kısa dönem askerlerden oluşan bir bölükte askerlik yapmasıydı. Yaş olarak kendisinden çokça büyük, pek çoğu sivilde önemli görev ve mesleklere sahibi olan acemi erlere emir vermesi, iş yaptırması oldukça zordu. Ama o her hâlükârda şansını deniyordu.
Böyle bir ortamda, önde komutanımız arkada biz güneş yüzü görmeyen, yabancısı olmadığımız loş binaya girerken hâlâ bu işten yırtabiliriz umudu taşıyordum. İçeride bizden başka kimse yoktu. Yerdeki hortumdan ince bir su sızıyordu kararmış zemine. Islak zemin üzerinde fırçalar, paspaslar temizlik için bekliyordu. Bana bir fırça uzattı. Tiksinerek aldım. Selim'e de, ne işe yaradığını hemen anladığımız uzun, ince bir demir parçası verdi. Gözünü bizden ayırmadan, gayet ciddi bir şekilde "Hadi, başlayın!" dedi. İşten yırtmak için aklıma yalandan da olsa uygun bir mazeret gelmedi. Ne emredersiniz diyebildim ne de itiraz edecek cesareti bulabildim. Bir umut arkamda duran Selim'e baktım. Cin fikirliydi kendisi, hem de avukat. Ancak o kurtarırdı bizi. Fakat sürekli kırptığı gözleri, sararmış rengiyle bir tuhaftı. Düşecek gibi oldu. Kolundan yakaladım. "Neyin var, iyi misin?" Bir iniltiyle cevap verdi. Başı önüne düştü. Kamer'e baktım. Gözlerinde endişe ve şaşkınlık okunuyordu: "Al götür" dedi. Acemi bir askerin başına kalmasını istemediği belliydi. İki büklüm olmuş Selim'in omuzuna girip dışarı çıkardım.
Revire gitmek istemedi. Temiz havanın iyi geleceğini düşünüp nizamiyeye çıkan yol üzerinde, bir çamın altındaki banka oturduk. Askerler kahvaltı için toplanıyordu. Gökyüzünde bulutlar dağılıyor, güneş yüzünü gösterecek gibi görünüyordu. Ardımızdan hayal kırıklığıyla bize bakan Kamer'den ve onun ıslak, karanlık dünyasından uzaklaştığıma memnun bir şekilde içime temiz havayı çektim.
Yanımda başını yere doğru eğmiş sessizce oturan Selim'e "İyi misin?" diye tekrar sordum. Ses çıkarmadı. Dürttüm. Ağır ağır başını kaldırdı. Gözlerimiz kesişince, birden ağız dolusu bir kahkaha patlattı. Şaşkınlığıma "Bugünkü kantin masrafları senden" diye cevap verirken ayağa kalkmış, kahvaltı için toplananlara doğru yürüyordu.

                                                                 Serhat Özcan
                                                                İstanbul 2017


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızı seçeneklerdeki Anonim sekmesine tıklayarak kayıt olmadan yapabilirsiniz..