Hazırlanmam
uzun sürmedi. Çatlamış, lekelenmiş aynanın hayatım gibi yarım
yamalak yansımasında süzdüm kendimi; yorgun gözlerimin, aklar
düşmüş saçlarımın ve soluk yüzümün loş ışıktaki
belirsizliği sahte bir teselliydi her zamanki gibi. Ucuz boyalarla
saklamaya çalıştım yılların izini. Üzerimdeki eskimiş
elbiseyi çekiştirip düzelttim. Şapkamı taktım. Son kez baktım
kendime; beğenmesem de daha iyisinin olamayacağını biliyordum.
Uzun ve
yorucu gecenin yorgunluğuyla sarmalanmış huzursuz ruhları ve
yorgun bedenleri rahatsız etmemek için zamanın ağırlığında
yıpranmış evde yavaş adımlarla yürüyordum. Ama bu, tahta
kurtlarının delik deşik ettiği ahşabın gıcırtısını
engellemedi. Kızlardan birinin mahmur sesiyle ettiği okkalı küfrü
duymazdan gelip, dışarı çıktım.
Işık
gözlerimi kamaştırdı. Önce yüzümü buruşturdum
memnuniyetsizce, sonra öğleden sonrasının alçalan güneşinin
altında derin nefesler aldım. Boğulmuşumda yeniden
canlanıyormuşum gibi. Birkaç dakika bekledikten sonra şehrin
güneyine, dalgaların çağırdığı, martıların oynaştığı
yere yürümeye başladım. Hiç yolcusu olamadığım şehrin
aceleci arabaları, taş yolda yolcularını taşıyordu.
Beyefendiler ve hanımefendiler yolun her iki yanındaki uğramaya
korktuğum tezgahlardan alışveriş yaparken oldukça keyifliydi.
Caddeye açılan, karanlığını iyi bildiğim sokakların birinden
aniden çıkan çocuklara çarpmamak için durdum; bir şeyleri
yakalamak istercesine koşuyorlardı. "Mutluluk."
Arkalarından bakarken aklıma gelen buydu. "Mutluluğu mu
yakalamaya çalışıyorlar?" diye düşündüm. Ben
yakalayamamıştım...
Acele
etmeden yürümeye devam ettim. Şehri gün ışığında görmeyeli
epey zaman olmuştu. Görerek, duyarak, hissederek yürüdüm uzun
yolu. Her biri ayrı bir hikaye anlatan, kuytu köşelerden sızan
kokular eşlik etti bana.
Elimdeki
küçük kağıtta ismi yazan yeri bilmiyordum. Bir gece vakti, kıyak
kafaların sersemliğinde, yüzünü bile hatırlamadığım adam
tutuşturmuştu elime. "İki gün sonra, güneş batmadan..."
diye not düşmüş, altına da sahilde olduğu aşikar bir adres
karalamıştı. Birkaç kişiye sorduktan sonra yeri bulabildim.
Kıyıda, derme çatma bir kafeydi. Müşteri bekleyen boş masalar,
onları bekleyen yaşlı adam ve ben; başka kimse yoktu görünürde.
Masalardan birine oturdum. Şaşırmış görünen yaşlı adam bir
şey isteyip istemediğimi sordu. "İstemem," dedim.
"Bekleyeceğim, mahsuru yoksa?" Cevap vermeden, sessizce
yanımdan uzaklaştı.
Gelmekle
doğru yapmış mıydım, bilmiyorum. Evdeki kızları düşündüm;
henüz kalkmışlardır yataklarından. Geceye hazırlanıyorlardır
şimdi. Bense adetim olmayan bir değişiklik yapmış, erkenden
kalkıp bir kağıt parçasının peşine takılmıştım. Gelip
gelmeyeceği belli olmayan bir adamı bekliyordum. Her zamanki gibi
karanlık sokaklardan birinin köşebaşında, ya da alkol ve tütün
kokusunun idrar kokusuna karıştığı ucuz bir mekanda olmak
yerine, sevgilisini bekleyen genç bir aşık gibi gün batımında
denize karşı oturmuştum. Gölgeler iyiden iyiye uzamıştı.
Uzaklara, ufuk çizgisine bakarken hayatımın hep beklemek üzerine
kurulduğunu fark ettim. Beklemek; en kısası bile çok uzundu,
istenmeyen bir ömür gibi. Gözlerimi kapadım. Dalgaların ve
martıların sesini dinledim. Kısa bir süre sonra düşlerimin
ortasına insan sesleri karıştı. Ardı ardına kıyıya yanaşan
irili ufaklı teknelerin etrafında, martıların da katıldığı
bir curcuna başlamıştı. Sanırım masalar müşterilerine
kavuşmak üzereydi.
Denizden
gelen adamlar hoyrat şakaları, sert çıkışmaları ile birer
ikişer masaları doldururken ıssızlık son bulmuştu. Yaşlı
adamın gözleri gülüyordu. Çocuklarına kavuşmuş biri gibi
heyecanla masalar arasında mekik dokumaya başladı. Masalara
kurulan bu hırçın ve sert adamlar ete olan özlem ve
düşkünlüklerini belli edercesine süzüyorlardı beni. Alışıktım
buna ama yine de kalkıp gitmek istedim; eğer bana doğru hızla
yaklaşan adamı görmesem daha fazla beklemeyecektim.
Uzun
boylu, insan irisi, hırpani kılıklı adam kabalığından
beklenmeyecek yumuşak bir öpücük kondurdu yanağıma. Elimi
tuttu. Elindeki kağıda sarılı paketi uzatırken "Geldiğine
sevindim," dedi. "Nedir
bu?" "Sana, bir hediye. Uzaklardan." Ellerinin
arasında kayboldu elim. Koca adımlarıyla arkasından çekiştirerek
şehrin karanlık sokaklarına çekti beni. Acelesi vardı. Benim de.
Bir müşteri daha bulabilmek adına işin kısa sürmesini umdum.
Serhat Özcan
İstanbul 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı seçeneklerdeki Anonim sekmesine tıklayarak kayıt olmadan yapabilirsiniz..