31 Aralık 2014 Çarşamba

Savaş ve Şiddetle Yeni Bir Yıla Girerken


Savaş kader mi?

İnsan ve onun üyesi olduğu toplum kendi içinde ve dışında, farklı gruplarla zaman zaman dostluk temelinde bir ilişki geliştirirken, aynı zaman da yaşanılan çelişkilerin sonucu olarak kendini bu gruplarla büyük bir çekişme içinde bulur. Bu çelişki ve çekişmelerin şiddetlenmesi bir savaşın sebebi olarak ortaya çıkar. Kanlı ve yıkıcı bir savaş. Bu durumda büyük acıların, trajedilerin sonu gelmek bilmeyen senfonisiyle karşı karşıya kalırız. Savaşsız bir dünya dileğimiz üzerine bir bardak su içilen bir hayal olarak dudaklarımız arasında sönük bir sestir ancak.

Bu savaşları engelleme isteği ve tutumu tüm insanlığın ortak tavrıymış gibi gözükse de aslında ortaya koyduğumuz bir savaş iradesidir. Nasıl mı? Tabi ki sınıflı toplumun var ettiği sınırsız sahip olma isteği, kibir ve bencilliğin kaçınılmaz sonucu olarak. Bu adı geçen olumsuzlukların var ettiği farklı türlerdeki gerici anlayışların toplum üzerindeki güçlü etkisi, biz ve ait olduğumuz toplumları istenildiği zaman bir savaşın içine sokabilmektedir. Bu gerici anlayışlar, bizlere empoze edilen etnik ve dinsel temelli, ulaşabileceği hiçbir yeri olmayan hayallerle, davranış modelleriyle, egemenlerin gayet somut ve gerçekçi hedeflerinin gerçekleşmesinde bir piyon olarak kullanılmamıza neden olur. Piyonu olduğumuz bir savaşın aslında hedefi olduğumuzu bilmeyiz bile. Ve o birbirine 'düşmanlık' besleyen efendiler yaşadığımız acıların üstünde kadeh tokuşturup kazandıkları zaferleri kutlarlar. Bizim sandığımız zaferleri.

Peki bu barış dileklerimiz, hele de bu yeni yıla girerken, hep bir hayal olarak, anlamsız bir dilek olarak mı kalacak. Biz bu savaş ve şiddet sarmalının hem yaratıcısı hem de kurbanı olarak çocuklarımızı, torunlarımızı felaketlere mahkum edip, geleceğimizi mahvetmekte ısrarcı olacak mıyız?

Bu sorulara cevap verebilmek için öncelikle hayata ve insanlara bakış açımızı, zaaflarımızı,
ön yargılarımızı sorgulamalıyız. Bu sorgulamayı yapabilmek için ise - asıl zor olan- üzerimize yapışıp kalan bu olumsuzlukların farkında olabilmemiz gerekiyor.Yani bu satırları okurken yanımızdakilere değil direk kendimize bakabilmeli, beynimizdeki zincirleri kırıp önümüzde açılacak yeni bir dünyanın farkına varabilmeliyiz. Bu farkındalık, kaderimizi belirleyebilmemiz için bir başlangıç olacaktır.

Böylesine zor bir işi başarabilir miyiz bilmiyorum ama en azından denemeliyiz diye düşünüyorum.











29 Aralık 2014 Pazartesi

Sesleniş (şiir)


Ateş küllendi
Gün karanlığa devrildi
çekirge sürülerine
teslim ettik 
verimli tarlalarımızı

Çorak toprakların
çorak yürekleri kaldı bize

Yerin ve gögün tanrılarına seslendik
kaybolan geleceğimiz için
bulutlar ardındaki
güneşe seslendik
      Aden bahçesinde 
             verilen sözler için...



27 Aralık 2014 Cumartesi

Noel mi Yılbaşı mı?

Aralık ayının sonuna yani  daha doğrusu yılın sonuna geliyoruz. Noel, Yılbaşı ve Noel kutlamama heyecanı sarmış durumda bizleri. Kutlama heyecanı ve hazırlıkları bir yanda günah mı değil mi tartışmaları bir yanda, devam ediyor.
Şimdi bu noel, yılbaşı ve bunlara karşıtlık üzerine bir kaç söz söylemek istedim.

Noel: Geçmişi çok eskilere farklı inanç ve kültürlere dayansa da günümüzde hristiyan inancının en önemli dini bayramı olarak varlığını sürdürüyor.  Peygamberleri İsa'nın doğduğu gün olarak kutlanıyor. Aralık ayının 25'in de kutlanan bir bayram. Yılbaşı kutlamasıyla direk bir bağlantısı yok.
İsa'nın peygamberlerimizden biri olduğunu kabul edip, onu hazret ön ekiyle adlandırıp noele tepki vermek pek mantıklı değil sanırım.

Yılbaşı:  Kullandığımız miladi takvime göre  yeni yıla girişin kutlandığı gün yada gece. Başka bir takvim kullansaydık o takvime göre bir kutlama yapılırdı. Çin takvimi kullansak  öküz yılı, yılan yılı vs. kutlayabilirdik. Burada takvimin ismi, özellikleri değil bir döngünün sonlanmasının ve yeni bir tanesinin başlamasının yarattığı heyecan önemli. Tabi bu heyecanın özellikle piyasa tarafından nasıl kışkırtıldığını, kırmızı don satacağız diye nasıl kendilerini paraladıklarını gözden kaçırmamak gerek. Hele bu kırmızı donun hristiyan kardeşlerimizin dini bayramıyla ilişkili gözükmesi de onlar için bir şansızlık. Ama bizim şanssızlıklarımızın yanında bu pek bir şey değil...

O heyecanla beklediğimiz gecede; evinde leblebi çekirdek yeyip kutlayanlar ile, Etiler ve benzeri lüks mekanlardan, Taksim'deki geleneksel taciz soslu kutlamalara kadar geniş bir yelpazenin içerisindeyizdir ekseriya.

Ha.. bir de kutlayacak bir hayatları olmayanlar var. Acıları ile baş başa umutsuz olanlar var; açlık, sefalet içindeki kördüğümsel hayatlar...Ve ülkenin vatan deyipte umrumuzda olmayan, yön ismiyle adlandırdığımız, kafasında top, tank mermilerinin patladığı, ölülerinin sokaklarda, evlerde günlerce beklediği insanların yaşadığı bir coğrafya da var...Onların konumuzla alakası olmadığından 'es geçiyorum' siz de es geçin. Yukarıdaki eğlenceli tartışmamıza devam edelim: " sizce yılbaşı  kutlanmalı mı kutlanmamalı mı ?"

Noel Kutlamama :  Daha öncede duyduğumuz bir karşı çıkış. Şimdi sosyal medyada da geniş bir şekilde işleniyor. -Sosyal medya bu, hep biz kullanacak değiliz ya-  Var edilmek istenen ideolojik egemenliğin doğal refleksi olduğu kadar güçlenen bir toplumsal kesimin oluşturduğu bir öz güvenle günlük yaşama yüklenmesi durumu var. Çünkü bir fikrin tam anlamıyla egemen olması ve belli bir davranış kalıbının oluşturulması için farklı, meydan okuyan düşünce ve davranışların olabildiğince azaltılması gerekiyor. Bilinçli bilinçsiz yapılmak istenen bu.

Bir de  aynı yola çıkan, farklı bir kulvardan da 'kültürel bozulma, kültürün elden gitmesi' söylemi var. Öncelikle şuan ki kültürün nereden geldiğini, kimin kültürünü benimsediğimizi sormalıyız.  Ardından kültürün insanlar içinde, fayda ve ihtiyaç durumuna göre farklı hızlarda da olsa yayılışının engellenemiyeceğini bilmek gerekiyor. Eğer her kültürel öğe olduğu yerde kalıp yayılmasaydı insanlık bu durumda olmayabilecekti. Ateşe karşı çıkan ilk insanların varlığını düşünerek hala ağaç kovuklarında, mağaralarda olabileceğimiz gerçekliği, çok uç bir düşünce olmasa gerek.

Bununla birlikte sömürü ve emperyal amaçlar için toplumsal dokularla oynamak adına bilinçli kültürel dejenerasyonunda yoğun bir şekilde uygulanmaya çalışıldığı da bir gerçek. Ve buna çok istekli, özenti  bir popülasyonumuzun da olduğunu söyleyebiliriz.

Yani iş biraz karışık. Sayfalarca tam bir sonuca varılamıyacak analizler yapılabilir. Bu durumda, son olarak şunu diyebilirim: "31 Aralık gecesi herkes kafasına göre takılsın."




25 Aralık 2014 Perşembe

Sakla ki bilmesinler

Evden çıkarken aynaya bakmayı unutma !
Bak bakalım  maskeni takmış mısın? 
Korkarsın maskesiz bilirim. 

İçinden bir şey sızmasın dışarıya. 
Sakla onları. 

Yüreğinin sesini duymasınlar,
Acizliklerini, korkularını, arzularını. 
Sakla onları, iyice sakla; 
İnsan olduğunu bilmesinler. 



E kitap mı ? ...


Elektronik teknoloji, televizyonlarla, telefonlarla günlük hayatımıza çok fazla girmiş durumda. Bunlar yetmezmiş gibi bir de e-kitap teknolojisi ile elimizdeki kitap okuma zevkine müdahale ediyorlar. Kitabın  kokusuyla, dokunuşuyla bir bütün olarak alışkın olduğumuz varlığını; ışık, radyasyon, elektrik, manyetik alanla bütün olmuş cihazlarla değiştirmek istiyorlar. Kapitalist para kazanma hırsıyla uyuşan bir durum.

Bu cihazlarla kitap okumak bazılarımıza cazip gelse bile sağlık açısından uzak durmak en iyisi. Tabi sadece kitap okumak olarak değil, bu tip elektronik cihazlarla haşır neşir olmak sağlık açısından her zaman sorun yaratma riski taşıyor.

BBC Türkçe servisinin internet sitesinde okuduğum bir habere göre, yapılan bir deneyde e-kitap cihazlarının yaydıkları ışık ile (özellikle gece) kişinin kanında  uyku hormonu melatonin üretimini azaltıp,uyku problemlerine neden oluyormuş. Uyku problemi de tahmin edeceğiniz gibi başka rahatsızlıklara zemin yaratıyor: Kalp- damar, obezite, diabet vs.

Şimdi bu tip bir cihazla bu yazıyı yazarken bu elektronik aletleri kullanmayın diyemem ama en azından olabildiğince az kullanalım...


BBC haber linki





24 Aralık 2014 Çarşamba

Bu ne yoğunluk arkadaş !

Yoğun bir iş günü. İşimin arasında bir boşluk bulursam eğer, ara ara yazmak istiyorum. Yazarken stres atıp, personel yada müşteri yerine klavyeme atarlanabilirim sanırım. Daha az can yakıcı olur.
Ama susmuyor telefonlar. İş hayatı zor gerçekten; bire bir insanla çalışmak yıpratıyor kişiyi. Kendi kurdumuzuz yani.

Patronla uğraşmak da zor. Sana ekmek verdiğini düşünüyor, hayatımızı ona borçlu olduğumuz gibi bir fikre kendi kendini kaptırmış. Bilmez mi ki asıl o çalışanın ekmeğini yiyor. Hayat işte. Kimin gücü kime yeterse. Değil mi ?

Akşam olmuş. Beyin sarsıntı yapıyor artık. Rolantide çalışan bir motor gibi. Anlamsız bir hareket içinde... Telefonla konuşmaktan yorulmuş bir çene ve zonklayan kulakları götüreceğim eve.

Kızım öper, oğlum sarılırsa geçer sanırım. Hele eşimin sevgi dolu bakışı olmazsa nasıl yürür bu işler bilmem...


Islak Gece (şiir)



gümbürdeyen gökten
İnce bir yağmur yağıyor gecenin üstüne
                        utanmış, sinmiş yüreğim 
yıldız kaymıyor gökyüzünde
dilek tutamıyorum sevdiğime
                       ah şu bulutlar
rüzgar tanrısına yakarıyorum
                       tanrılar kayıp

hızla geçen bir aracın
sıçrattığı suyla ıslanıyorum
tanrılara sövüyorum
çıkıp gidiyorum geceden
                        yüreğim kayıp...



23 Aralık 2014 Salı

Bir Noel Şarkısı / Charles Dickens

Evrenin Şarkısı

Hayat üzerine yazılmış pek çok etkileyici kitapla karşılaşmışızdır. Bunlar hepimizin yaşadığı, yaşayabileceği veya çevremizde görebileceğimiz olgu ve davranışları, etkileyici bir şekilde önümüze koyar; bir ayna görevi görür adeta. Körlüğümüze şaşırıp kaldığımız zamanlardır bunlar.

İngiliz yazar Charles Dickens'ın 'Bir Noel Şarkısı' da etkileyiciliği ile ününü hak eden, yukarıda bahsettiğimiz duruma uygun bir eser.

Kitabın son sayfasıyla birlikte, yaşamın aslında  evrenin söylediği bir şarkı olduğu fikrine kapılabilirsiniz benim gibi. Denge ve uyumun var ettiği bir şarkı. Bizler gündelik koşuşturmalar içinde bu şarkıyı genelde duyamaz, duyana da deli gözüyle bakar, alaycı bir tebessümü yüzümüze kondururuz. Çorak kalplerin duyabileceği yegane ses kulak tırmalayan bir cızırtıdır sadece. Bu nedenle pek çoğumuz mutsuz ve somurtkandır.

Bu şarkıyı duyabilmek için bize yapışıp kalan, gözümüzü kör, kalbimizi taş kesen, tanımlanması zor ağırlıklardan ve fazlalıklardan kurtulmalıyız. Bu durumdan nasıl kurtulmamız gerektiğini ancak kendimiz keşfedebilir ve uygulayabiliriz. Bahsettiğimiz bu kitaptaki gibi ruhların ve hayaletlerin yardımını beklememiz boş bir hayal olur.

Charles Dickens  bu etkileyici uzun öyküde, yarattığı kahramanı Scrooge kişiliğinde, bu durumu çarpıcı bir şekilde anlatmıştır. Kulaklarını ve kalbini çevresine kapatıp, hayatı para biriktirmekten ibaret bir hapishaneye çeviren yaşlı ve yalnız Scrooge, bir noel arifesinde ruhlarla, zaman içerisinde çıktığı zoraki bir yolculukta kendini sorgulama şansını yakalayacak, belkide evrenin şarkısını duyabilecektir.

Bu kitabı okurken, belki bu şarkıyı siz de duyumsayabilirsiniz...



-----------------------------
Bordo-Siyah yayınları
İstanbul, 2000
Çeviri: Meral Camcı
108 sayfa

21 Aralık 2014 Pazar

Kopuş

Zaman doluyordu.
Gitmemiz gerektiğini biliyorduk.
Ama ayrılamıyorduk işte...
Ellerimiz kenetlenmişti.
Kör olmuştuk dünyaya; tek ışık gözlerimizdi.
Ses yoktu dudaklarımızın arasından çıkan sesten başka.
Ve hayat yoktu birbirimiz için atan kalplerimiz dışında.
Biz zamandık, mekansız.
Biz aşktık, saf.
Bir ışık huzmesindeydi yolculuğumuz.

Ta ki karanlık ellerin dokunuşuyla sonlanıp,
dayanılmaz bir acı ve öfkenin şiddetiyle sarsılan hayatımızın,
ellerimizden kayıp gidişini görene kadar.
Bundan sonrası ateş ve barutla çıkılan bir yol,
ölüm ve kan ile danstı.
Davetlisi bol bir gösterinin başlangıcıydı sonumuz.    

18 Aralık 2014 Perşembe

Futbol Fanatizm ve Bir Sosyalist


Dünyada, üzerine çok şey söylenebilecek, hayatımızın merkezinde yer alan pek çok olgudan biri olan futbol üzerine bir kaç söz söylemek istiyorum.

Futbol o kadar hayatımıza girmiş ki her kesimden insanın ilgi odağı, bazıları için ise adeta yaşam dayanağı olmuştur. Çocuk yaşta başlayan bir tutkunun, fanatikleşme ve çekişmenin adı olmuştur futbol.
Bir oyun olmaktan çıkmış, kültürel, sosyal bir olgu olarak dünyada önemli bir yer tutmuş, bireyler tarafından zengin olmanın, gösterişli bir yaşama ulaşmanın yolu olarak görülmüştür. Kara paranın, mafyanın içinde olduğu dev bir ekonomik rant alanı olan futbola bu ilgi, doğal olarak, kitleleri yönlendirmek için sistemin elinde kullanılacak bir araç haline gelmiş, bu temelde devletin ve onun medyasının yoğun ilgisine mazhar olmuştur.

Futbol ve diğer sporların, ya da tavla, satranç, kağıt vs. oyunların heyecanı rakiple olan çekişme, üstün gelme isteğidir. Çocukken yaptığımız futbol maçlarını örnek olarak verebilirim. Bu maçlarda, büyük bir heyecan ve çekişme olurdu. Çocuklar arasında var olan gruplaşmalar, çekişmeler bu maçlarda doruğa çıkar, daha da derinleşirdi. Benim gibi sakin biri bile bu durumunu koruyamaz kavgacı birine dönerdi. Hayatımın hiç bir döneminde yaşamadığım kavgaları bu maçlarda yaşadığımı söyleyebilirim.

Özetlersek bu sporların yoğun bir ilgi ve heyecan uyandırmasının nedeni tamamen gruplaşma, çekişme, ötekileştirmeden temelini bulan fanatikliktir. Gruplar arasındaki çekişme ya da düşmanlık ne kadar fazlaysa bu karşılaşmalarda heyecan ve hareket o kadar artar. Spor kardeşlik ve dostluktur sloganın varlığı ve bu kadar sık tekrarlanmasının nedeni de budur. Mevcut sosyal ekonomik sistemimizde bu kavramların hayat bulması ne kadar olasıysa sporda da maalesef o kadar olasıdır.

Yukarıda futbol ile ilgili yazdıklarımızı temel alarak bir durumu daha sorgulamak istiyorum. Hayat karşısında kendini devrimci, sosyalist olarak tanımlayan bir birey bir futbol takımının fanatiği
olabilir mi? Ya da tersten sorarsak bir fanatik, sosyalist olabilir mi ? Lise yıllarına kadar fanatik bir futbol taraftarı olarak benim kafama takılan bir soruydu bu...Bu soruya verilecek cevap muhtemelen devrimciliğe, sosyalizme bakış açısı ve bu kavramlara yüklenen anlama göre değişiklik gösterecektir. Ama bence bu sorunun cevabı hayır olmalıdır. Benim  anladığım anlamıyla, tüm insanlığı kapsayan, gerçek hümanizmi içinde barındıran, birleştirici bir düşüncenin fanatizm gibi ötekileştirici, ayrıştırıcı bir duyguyu barındırması pek mantıklı görünmüyor. Bu iki kavramın birlikteliğinin, sorgulanması gereken bir durum olduğunu düşünüyorum.

Fanatizmin değil kardeşleşmenin egemen olması dileğiyle...

15 Aralık 2014 Pazartesi

Hep Seninle

Nereye bakarsan bak,  gördüğün hep O'dur.
Sağında solunda, önünde arkanda;
duyduklarında, gördüklerinde;
istesen de istemesen de hep yakınlarında.
Nefesini ensende, ayak seslerini arkanda hissedersin her daim.
Kısacık ömründe, kısacık zaman dilimlerinde bazen bir koku, bazen bir dokunuş olup gelir;
bazen rüzgar olur fısıldar, bazen yağmur olup yağar.
Bazen sen olur, bazen senden çok uzak.
Kurtulamazsın.
Kurtulmayı da pek istemezsin aslında. Çünkü onsuz bir hiçsin ve bunu bilirsin.
Yeter demeye gücün yoktur. Sıkıldım desende elin uzanmış beklersin.
Gözlerin kapalı kokusunu duymak için sabırsız, dokunuşları için oldukça isteklisindir.
Seni sen yapandır. Tüm güzelliğin ve çirkinliğinle, iyiliğin ve kötülüğün ile...

Yukarıda yazdıklarım bir bilmece ise eğer, ben hala bulamadım cevabını. Cümleleri uzatmam bundandır. Yazarken belki gelir aklıma diye. Ama cevabı bilmesem de hissederim. Şuan yüreğimin tam ortasında hissettiğim gibi..

Ya sen..?

13 Aralık 2014 Cumartesi

Bir Kitap: Cehenneme Övgü / Gündüz Vassaf



Yaşam koşuşturması içinde hayatı anlama çabası az ya da çok hepimizde vardır. Doğa ve tüm evren üzerine, farkında olmasak da, bir anlam kurgulama çabası içindeyizdir. Olumlu, olumsuz fikirlerimiz oluşturduğumuz davranış kalıplarımıza eşlik eder. Bize, farkında olma şansı bile verilmeden, dikte edilen düşünce kalıpları içerisinde, her şey hakkında bir fikir öne sürme becerisi gösterebiliriz. Oysa ki doğru bir düşüncenin oluşabilmesi için  doğru bilgiyle buluşulması gerekliliği hep göz ardı edilir. Bu durum, sistem tarafından bilinçli bir şekilde işletilir. Bu sistem hem devlet hem de tarihsel süreç içerisinde gelen kültürler tarafından sürdürülür.

Bu bilgi olmadan fikir üretme sürecinin dışına çıkma çabasındaki bireyin yönleneceği yegane unsur, geçmişten bu yana büyük çabaların ve fedakârlıkların sonunda ortaya çıkmış kitaplardır. Bizim bahsettiğimiz kitap, üzerinde yazılar olan bir kağıt dizini değil, doğadan, bilimden, sevgiden kopmadan var edilmiş düşüncelerin yoğunlaşmış halidir. Her ne kadar elektronik bilişimin varlığı etkinliğini arttırsa da, kitabın bilgiyi ve duyguyu sunmadaki naifliğini; insanoğluyla yüzlerce yıllık bağının gücünü, yakalayacak durumda değildir.

Başlıkta belirtmiş olduğum Cehenneme  Övgü adlı eser, tam da 
toplum içerisindeki bu kalıplaşmış ve dogmatik düşünceleri, 
fikirleri sorgulamamızı sağlayacak kışkırtıcı bir kitap. 
Bize dayatılan düşünce ve fikirlerin sorgulanmasında; ayın 
karanlıkta kalan yüzü gibi karanlıkta bırakılan gerçeklerin aydınlatılmasında bu tip kışkırtmaların önemli ve değerli 
olduğunu düşünüyorum.

1946 doğumlu, psikoloji dalında doktora yapmış bir düşünür 
olan Gündüz Vassaf bu kitabında farklı başlık ve olgular üzerinden yürüttüğü tartışmalarla gündelik hayatımızdaki totalitarizmi sorguluyor. İçerik üzerine eleştiriler, yorumlar bir yana, bu eseri okuyarak düşünce dünyamıza bir hareket katabileceğimizi düşünüyorum.

İyi bir kitabın son sayfasının yeni bir hayatın ilk sayfasına vesile olabileceğini unutmamanız umuduyla, bol okumalar...







11 Aralık 2014 Perşembe

Öfke (şiir)


Başını göğe kaldırma boşuna
göremezsin yıldızları,
gizler onları,
şehrin sahte ışıkları.

öfkelenme boşuna
seni bile gizlediler senden
ve kurtuluşun yok tek başına
seni saran zincirlerden.

Biliyorum,
tersten okunan özgürlüğüyle,
oynak ve süslü caddeler
                  çağırıyor seni;

Ve biliyorum
gözün sokakta...
o sokaklar ki,
bulanmış gaza...
          ve kana...


10 Aralık 2014 Çarşamba

Sokakta (şiir )


Bir buldozer gibi ezdi geçti yüreğimi gece
can çekişen sokaklarda
inliyen yaşamın
oynaşan gölgelerinde

sokak ışıklarının kanayan aydınlığında

filinta gibi bir delikanlının
bir bıçağın ucunda sonlanan hayatı gibi
kaybettik savaşı
beklenmeyen bir anda 
son sözümüzü söyleyemeden
                     tanıdık yüzlere karşı...




7 Aralık 2014 Pazar

Bir zamanlar bebektik.


Sokakta, iş yerimizde, mahallemizde, binamızda ya da ailemizin içinde, süre gelen hayatta, çevremizdeki kadınlar, erkekler, çocuklar... Bazen, gördüğümüz bu insanların bir zamanlar bebek olduğunu düşündünüz mü hiç? Birinin bebekliğini gözünüzün önüne getirmeyi denediniz mi? Ben bazen deniyorum. Özellikle kaba saba, kötü huylu, biraz da zararlı biriyle karşılaştığımda; bunun da bir zamanlar güzel kokulu şirin mi şirin bir bebek olup olmadığını düşünmeden edemiyorum. Belki de biraz da olsa olumlu bir duygu yakalamak için sebep arıyorum.

Şu dünyada her gün binlerce bebek doğuyor. Birbirinden tamamen farklı yaşamlara açıyorlar gözlerini.  Ağlayarak 'merhaba' diyorlar; bir damla süt ile gülmek, bir tutam anne kokusuyla huzur bulmak için.

Seçim yapma şansları olmadan bir annenin kollarında yaşamın kucağına atılıyorlar. 
O yaşam ki adil olmayan, o yaşam ki  sırat köprüsü; bir yanı cennet bahçesi, bir yanı cehennem ateşi... Aslında öldükten sonra değil doğarken geçiriyoruz sırat köprüsünden. Hangi kucakta hangi yaşamı yaşayacağımızı bir anlık süreç belirliyor. Bu süreçten sonra insanoğlunun birbiriyle ve doğayla olan tepişmesi içinde, ailenin konumunun da belirleyiciliğiyle devam ediyor yaşam; alıp vermeler üzerinde, ama farklı renklerde.

Bir bebek teninde, cennet kokusuyla, saf bir başlangıcın, özellikle belirli kişiliklerde geldiği noktayı düşününce şaşırmamak, üzülmemek mümkün mü?  Doyumsuzluk ve yetmezliği alabildiğine  yaşayan toplumun bireyi düşürdüğü bu durumda, kutsallık derecesinde ki bir başlangıcın hazin sonunu görmek acı veriyor insana. Acılar insan için olsa da.

Görkemli sonlar dileğiyle..

6 Aralık 2014 Cumartesi

Ayna (şiir)





Kimsin ?

Tanıyamadım seni
ben olamazsın,
çünkü bu kadar basit değilim. 

Onca güzel söz
bir güzellik yaratamadı mı sende?
Ne talihsizlik. 

Ya okuduklarından
öğrenemedin mi bir şey?

Çok safsın. Yoksa başka bir şey mi demeliyim?
O zaman aptalsın. hoşuna gitti mi bu! 

Görmek istemiyorum seni.
Kapat örtüyü 
              gitmeliyim...



4 Aralık 2014 Perşembe

Tanita Tikaram

Yaşamımız içinde değişik dönemlerden geçeriz. Farklı duygu ve fikirlerin etkisinde kalırız. Her dönemde bağ kurduğumuz, somut ya da soyut şeylerin anımsatıcı, hissettirici etkilerini farkında olmadan bilinç altına atar, herhangi bir zamanda, herhangi bir yerde bu şeylerden biriyle karşılaşınca, anımsattığı anılara döneriz; kâh iyi kâh kötü. Unutmak istediklerimizi hatırlatıp bizi üzerken, güzel anılarımızı hatırlatarak özlem duymamıza neden olurlar. Şimdinin esaretinden bir an bile olsa kurtulup, yaşanmış ve yaşanabilme ihtimali olan bir yaşamın farkına varırız.

Tesadüfen internette tekrar dinlediğim, lisedeki ilk yıllarımı hatırlatan şarkı yukarıdaki satırları yazmama neden oldu. Tanita Tikaram'ın "Twist in my sobriety" şarkısı. 1969 doğumlu Asya kökenli pop-folk şarkıcısı Tanita Tikaram o dönem fırtına gibi esmişti. Hayata dair hayallerimin, iç dünyamın fon müziklerinden biriydi. Melankolik benim, anlamadığı lisanında, dünyalar dolusu anlam yüklediğim bir sesti. Belki sözlerinin anlamını bilsem bu kadar etkili olmayacaktı. Notalara  anlam vermek daha çekici geliyordu bana. Bu yüzden anlamını bilmediğim yabancı pop dinlerdim. Anlamsızlıktan kendimize göre anlam çıkarmak gibi bir durumdu yani.

Güzel hatıralar dileğiyle...



 TANİTA TİKARAM DİNLE   (YOUTUBE)


2 Aralık 2014 Salı

Nefret mi ediyorsun ?

Hayatın koşuşturması içinde nefret edilecek, sevilmeyecek 
o kadar çok şey hayatımıza katmışızdır ki, sevgisizlik ve nefret yaşamımızın merkezine oturmuştur. Farkında bile olmadığımız bu durumla, sevgisizliğin kırıp dökmelerinde, yaşayıp gideriz. 

Bireyden bireye yönelik sevgisizliğin yanında asıl korkutucu olan toplumsal sevgisizlik ve nefret etmedir. Toplum olarak nefret ettiğimiz, bu nedenle düşman gördüğümüz düşünceler, kavramlar, farklı toplumlar vardır. Kötü oldukları için nefret ederiz. Sevmediğimiz şey kötüdür zaten ve biz bundan oldukça eminizdir. İyi olan bizler kötülere karşı bizden istenildiği zaman ve istenildiği şekilde hareket edebiliriz. 

Bu çok istekli bir şekilde düşmanlığımızı kustuğumuz şeylerin kötü olduğu fikri bize nasıl aşılanmıştır? Haklarında hiç bir şey bilmediğimiz, hiç bir ilişki geliştirmediğimiz topluluklar, gruplar, düşünceler ve kavramlardan nefretimizin sebebi nedir? Bunun için 
pek çok şey söylenebilir. Sınıfsal, sosyal, psikolojik ve kültürel nedenler ortaya konabilir. 

Ben burada şu olguya değinmek istedim. Bizim birey olarak kendimizi teslim ettiğimiz bu sistemin dönen çarklarına engel olan, sorun çıkaran her şey kötü olarak lanse edilir. Medya ve eğitim kurumlarıyla da toplum bilincine işlenir. Aslında bir avuç egemen için sorun teşkil eden her şey hedeflenerek, tüm emekçi halkın düşmanlığına mazhar olur. Bize de, ezilmişliğimiz de bu düşmanlıklara dört elle sarılıp, kendimize önem atfederek, bir çok felakete imza atmak kalır.

Bizi öyle tepetaklak ederler ki gerçek dostlarımıza bile düşman gözüyle bakarız. 

Bu durumda yapmamız gereken beynimizi emir komuta işleyişinin basit bir aracı olmaktan kurtarıp, gerçek işlevini yerine getirebilecek pozisyona sokmamız. Doğruya ulaşmamızın yolu farklılıkları, muhtelif fikir ve düşünceleri özgür irademiz ile, beynimizi kullanarak analiz etmemizdir. Tabii ki insanlığın bir parçası olarak doğruya, iyiye ulaşmak gibi bir kaygımız varsa. 


Unutmayalım ki, gelecek, iyiye doğru düşmanlıklar üzerinden değil, dostluklar üzerinden evrilecektir..